Bir Yarış Nasıl Yaşanır?
Hayatlarımızın, geleceğimizin delik deşik edildiği bir başka sabah. Oturup bir yarışı, kendimi, ailemi, dünyamı yazdım.
“Fransa’nın neresinde doğmuştun sen?” Geçenlerde sevdiğim bir büyüğümden bu soruyu duydum. Önce afalladım. Bu yanlış anlamaya yol açacak bir cümle mi kurmuştum acaba? Kibarca düzelttim. Pendik’te doğdum, Kartal’da büyüdüm. 19 yaşıma kadar Fransa’ya ayak basmadım, üniversitenin ilk yazında çıktığım Interrail yolculuğu sayesinde Avrupa’yı, en çok da Lille’i gördüm.
2025 Fransa Bisiklet Turu bugün Lille’de başlıyor. Ve ben fiziksel olarak orada değilim. Ruhen oradayım. Aslında ruhen de tam orada değilim. Gece gündüz NBA anlatan, fırsat buldukça bisiklet yarışlarına giden, hayatını bu iki spor ekseninde geçirse dert etmeyecek biri olarak, kurduğum edebi hayallerde buluşan iki kenti anlatmak istiyorum; İstanbul ile Lille’i… Fakat bir yandan da bugün, uyandığımız bir başka karanlık sabahta, her yerden gözaltı haberleri gelirken bütün bunların anlamı olacak mı? Bilemiyorum.
Evet, her şey o yaz değişti. 2010’da Fransa’ya ayak bastım. Ama o tarihten önce Fransa benim için ailede başlamıştı. Belki de büyüğüm bu yüzden soruyordu. Lille’de akrabalarım olduğunu duymuştu. Oysa hayır, Pendik’te doğmuş, Kartal’da büyümüştüm. Orhan Pamuk’un Nişantaşı apartmanlarını, Yakup Kadri’nin Cihangir konaklarını, Sevgi Soysal’ın Ankara apartmanlarını, Yaşar Kemal’in Çukurova tarlalarını okurken -hep değil, ama bazen- yaşadığımız mahallelere bakmış; “Buraların hikâyesi anlatılamaz mı?” diye düşünmüştüm. Yok mudur Pendik’in, Kartal’ın, Maltepe’nin öyküsü? Bir roman, bir film olmaz mı?
Biliyorum, yapanlar var. Daha fazla olamaz mı? Mesela Edouard Louis romanlarını ele alalım. 1992’de Lille yakınlarındaki Amiens’de doğan Fransız edebiyatçı, kuşağımın seslerinden biri. Annie Ernaux’dan ilham alan yetenekli bir yazar. Louis, Değişmek1 romanında “kaçmak” fikri üzerine düşünür yine. Bir eşcinsel olarak Kuzey Fransa’daki homofobik ortamdan, yoksulluktan, ırkçılıktan kaçmaya çalışır. Sonunda “olduğu gibi davranabileceği” büyük şehirlere gitmek ister. Fakat beklerken, ailesinin ve çevresinin Kuzey Fransa’daki bütün yoksulluğu nasıl göçmenlere yıktıklarını anlatır. Fabrikalar, güvencesiz yaşam, içki bağımlılığı, kısacası kapitalizm bu insanları ezmiştir. Fakat suçluyu hep başka yoksullara, göçmenlere atarlar. Her Edouard Louis romanını okurken onun ailesinin kızdığı insanlar arasında akrabalarımın olduğunu hayal ederim.
Babamın anlatmayı sevdiği bir öyküdür. 1970’lerin başında amcamların izinden Fransa’ya gider, birkaç sene yaşayıp Kurtuluş’a döner. Zira genç bir göçmen olarak Fransa’da garajlarda çalışmak, hamallık yapmak zordur. Konya’dan 10 yaşında İstanbul’a gelen, İstanbul’un göbeğinde Rum ve Ermeni ailelerin çocuklarıyla top oynayarak şehri öğrenen babam, bütün aile gibi hızlıca Kurtuluş’a alışır. Beyoğlu’na yakın olması, müziğe ilgi duyması, futbol oynaması onu İstanbullu yapmıştır. O hayattan sonra Lille’in kasvetli dünyasında yaşam mücadelesi vermek ona göre değildir. Kısa sürede döner. Bu öyküleri duyarak büyürken Fransa benim için ikinci bir ev oldu. Yazları Fransa’dan Türkiye’ye gelen akrabalarımla zaman geçirmek, aralarında konuştukları dili anlamaya çalışmak, büyük kuzenlerimin walkman ile taşıdığı müzik arşivine bakmak, gittikleri konserlere dair anılarını dinlemek heyecan2 vericiydi.
İngiliz edebiyatının en büyük Fransa âşıklarından biri olan Julian Barnes, Bir Çift Söz kitabının bir yerinde Fransa Bisiklet Turu’nun etkisi, tartışmaları üzerine yazar. Milenyumun başında yarışı ziyaret eder, Lance Armstrong ile Marco Pantani’nin merkezde olduğu, Mont Ventoux etabını konu alan bir seyahanatname karalar. Fakat o yazıya gelmeden evvel, gerçek bir Frankofon olan Barnes’tan şu itirafı dinleriz: “İkinci bir ülkeyi tanımak demek ondan istediğiniz şeyi seçmek; normal, İngiliz kentli yaşamına karşı-savlar bulmak; kendi ülkeniz için hissettiğiniz sorumluluk duygusundan sıyrılmak; kendi kamusal temsilcilerinizin uyandırdığı hınç dolu duygulardan kurtulmak anlamına gelir.”
Ben de öyle yaptım. Kafam Türkiye’yle allak bullak olmuştu, liseden itibaren politika beynimin her yerindeydi. Fransa’yı biraz rahatlamak için kullandım. Üniversitenin ilk yazında çıktığım Avrupa yolculuğunda hedefim yine Fransa Bisiklet Turu’ydu. Paul Auster’ın Cebi Delik kitabını kafamda romantize etmiş; Avrupa’yı az parayla gezebilmenin, Ekşi Sözlük’te rastladığım Interrail anılarının benzerlerini yaşayabilmenin hayallerini kurmuştum.
İlginçtir, tam da Amsterdam-Rotterdam sonrası Lille’e varmıştık. Rotterdam’da 2010 Fransa Bisiklet Turu’nun açılışını seyretmiş, sağanak yağışın altında Lance Armstrong’u görmüştüm. 2025 Fransa Bisiklet Turu’nun açılış kenti olan Lille, 2010’da da ilk haftanın ev sahiplerinden biriydi. Yarış, Hollanda’dan Kuzey Fransa’ya geçerken Arenberg’deki üçüncü etabı televizyonda izledim. Kuzenlerimden biri, o dönemde çalıştığı ünlü bir Avustralya barında arkadaşlarımla bana güzel bir masa ayarlamıştı. Güneşli bir Lille gününde dünyanın en iyi bisikletçileri bardaki büyük ekrandan bana bakıyordu.3
Hayat bana güldü, spor medyasına girdim. O bardaki masadan üç sene sonra, Lance doping gerekçesiyle ömür boyu men cezası aldıktan hemen sonra Eurosport’un Fransa Bisiklet Turu yayın ekibine katıldım. Rotterdam’daki yağmur, çocukken izlediğim Armstrong-Ullrich rekabetleri, üniversite başında kalbimi delen Schleck-Contador savaşı, hepsi bana rehber oldu. Ben de o 2010’dan sonra hep Fransa Bisiklet Turu’na gitmeye çalıştım. Andy Schleck’le röportaj yaptım, Chris Froome’un koşarak sarı mayosunu kurtardığı fırtınalı günde Mont Ventoux’ya yürüdüm, Peter Sagan’dan Mathieu van der Poel’a en sevdiğim bisikletçileri desteklemek için kilometrelerce yol yaptım, Tadej Pogacar’ın yolculuğunu önce Ronde’de, sonra Fransa Bisiklet Turu’nda seyrettim, 2022’deki Paris-Roubaix etabında, arnavut kaldırımları arasından çıkan Sloven yıldıza bakarken “Galiba tarihin en büyüğünü seyrediyoruz” diye düşündüm, sonra o Pogacar’ın Jonas Vingegaard’ya kaybetmesini izlerken şaşkınlıktan kendimden geçtim. 2024 Fransa Bisiklet Turu’nda Dijon’da UAE Team Emirates otobüsünün önünde saatlerce bekledim, belki birkaç kelime edebiliriz, eşimle birlikte Pogacar’la fotoğraf çektirebiliriz diye. Olmadı, Pogacar yorgundu. Tavuğunu yedi, duşunu aldı, sonra da oteline gitti.
Bütün bu yolculukta Fransa Bisiklet Turu’nda hep bir şey aradım. Nasıl bir insan olduğumu, dünyaya nasıl katılmak istediğimi Eurosport karşısında anladım. Bu rüyam bana başka kapılar da açtı. 2023’te İstanbul’da Annie Ernaux’yla röportaj4 yaptığımda edebiyat kadar Fransa Bisiklet Turu’nu da konuşmuştuk. Çünkü Seneler kitabıyla, otobiyografik romanlarıyla dünya çapında bilinen Ernaux’yu ben yıllar önce bir ‘Fransa Bisiklet Turu ve Yazarlar’ derlemesiyle tanımıştım. İstanbul’da o kitabı uzattığımda Nobelli Fransız yazar şaşkına döndü, aklından çıkmıştı o derleme.
Ernaux şöyle diyordu kitapta: “Çocukluğumun temmuz aylarını düşününce kulağıma gelen ilk ses radyodan yankılanan Fransa Bisiklet Turu oluyor. Seneler boyunca bu büyüleyici ve trajik ‘tefrika roman’ı dinledim. Heyecanla günün kahramanlarının isimlerini bekledim, ki ertesi gün hepsinin fotoğraflarını Paris-Normandie gazetesinden kesecektim. Sonunda büyük pazar gelip çatardı. Kasabadaki açık pencerelerin hepsinden aynı gürültü yükselirdi. En nihayetinde Le Tour sona erince günler birbirine benzerdi. Radyolar bir alışkanlık sonucu çalışmaya devam ederdi ama artık kimse tarafından dinlenmezdi. Sanki yaz, yarışçılarla birlikte, kaçıp gitmişti.”
Bu satırlardan yıllar sonra Annie Ernaux bana şöyle dedi: “Hayatlarındaki pek çok ânı Le Tour’dan ayrı düşünemeyen milyonlarca insandık. Bobet, Anquetil ve öteki yarışçılar hafızamızın, hayal gücümüzün, bizlerin bir parçasıydı. Rüyalarımızın ve duygularımızın kaynağıydı. Yaşamamıza yardımcı oluyorlardı.”
2025 Fransa Bisiklet Turu birazdan Lille’de başlayacak. Bu sefer ben orada değilim. Mavi En Sıcak Renktir’in başında Adele’in dürüm yediği meydanda bugün bisikletçiler olacak. Sonra yavaştan Lille’in çeperlerine doğru gidecekler, orada Edouard Louis’in kitaplarında, Bruno Dumont’un L’Humanite gibi filmlerinde resmettiği sokaklardan geçecekler. Bir noktada Tadej Pogacar ve Mathieu van der Poel atak yapacak. En çok da dünyanın en iyilerini izledikten sonra amcamların yanına dönüp havadan sudan konuşmayı özleyeceğim. Devasa porsiyonlarda yenen et yemekleri, kısa bir bisiklet sohbeti, Erdoğan üzerine eleştirel sözler, arkasından biraz Macron’a yönelen öfke, biraz o günün Fransa’daki at yarışı sonuçları, anılar, sonra Fransız kanallarında izlenen tartışma programları, yemek biter bitmez gelen peynir tabağı, derken bilgisayarda açılan bir Türk dizisi. Bahsi geçen küçük anların hepsi benim için Fransa Bisiklet Turu izlemenin parçası…
Bu sefer Temmuz ayımda bunlar olmayacak. Bu sefer yarışı çocukluktaki gibi yaşayacağım. Ekran başına oturup altı saat boyunca başka hiçbir şeyle ilgilenmeyeceğim, başka her şeyle ilgileneceğim ve bir yaz daha sona erecek. İstanbul-Lille hattında kendi Fatih-Harbiye metinlerimi düşlerken ve Tadej Pogacar’ı izlerken bazen 1990’lara, bazen 2020’lere döneceğim. Biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?
Eddy'nin Sonu'nda anlattığı öyküsünü Değişmek'te başka açılardan yeniden ele alıyor ve bence Eddy'nin Sonu'ndan daha iyi bir kitap ortaya çıkarıyor.
Ailenizden birinin Pink Floyd ya da Nirvana konserlerini anlatması, 1998 Dünya Kupası’ndan bir anı tişörtü getirmesi etkileyiciydi.
Arnavut kaldırımlı etap pelotonu farklı gruplara bölmüştü, Lance Armstrong önce öne çıktı, sonra mekanik bir sorunla arkaya düştü. Fabian Cancellara sarı mayosunu o kaosun ortasında korumuş, yeni patronun kendisi olduğunu göstermişti.
Annie Ernaux röportajımı şuradan okuyabilirsiniz: https://socratesdergi.com/yazi/ben-sen-biz-ve-onlar
Dünyaya nasıl katılmak istediği konusunda çelişkilerle mücadele eden biri olarak bu yazının tam olarak böyle günlerde yazılması ve okunması gerektiğini düşünenlerdenim. Spor da tıpkı hukuk, tarih, mimari, sinema vb. gibi bugünkü hayatın bir parçası ve dertlerimizi paylaşmanın bir başka aracı. Bu koşullar altında spora sadece spor olarak bakmak da mümkün değil, halihazırda dert dolu günlük hayattan bir kaçış olarak kullanmamak da. Ne de olsa kaçış grubu pelotondan tamamıyla bir kaçışı değil -sanırım- önden gitmeyi, tempo belirlemeyi hedefler ve yarışın tonunu belirler. Bisiklet belki de bugünü ve bugünün sporunu anlayabilmek için seyredilebilecek en güzel spor olabilir. İyi bir bisiklet izleyicisi olamasam da Eurosport ve Socrates -yani sizlerin- aracılığıyla yıllardır bunu seziyorum. Manzaralar ve muhabbetler eşliğinde düşünerek pedal çevirenleri seyre dalmamıza vesile oluyorsunuz. Bu gibi anlarda ara sıra üzerine düşündüğüm şeylerden biri de Türkiye turu ile benzer bir ilişki kurup kuramayacağımız oluyor. Bununla ilişkili olarak yazıdaki Julian Barnes alıntısı o kadar güzel bir yere oturuyor ki bir şeyler yazmak, en azından teşekkür etmek istedim. İyi ki varsınız. Kendi kamusal temsilcilerimizin hınç dolu duygular uyandırmadığı bir zamanda yaşayabilmek, hiç olmazsa buna vesile olabilecek ufak tefek bir şeyler yapabilmek dileğiyle.
"bütün bunların anlamı var mı?". tam da böyle zamanlarda daha da anlamı var. karanlığın, sıkışmışlığın, umutsuzluğun ortasında benzer duygulara eşlik etmek, o anlatılmayan mahallere geri dönmek, hem hatırlamak ve özlemek hem de biraz nefes almak. the holdovers filminde ana karakter hunham "kendini ya da bugünü anlamak istiyorsan geçmişten başlaman gerekiyor. tarih sadece geçmişin incelemesi değil, bugün bir açıklamasıdır" der. işte sizin pendik'inizi, fransa bisiklet turu anılarınızı okurken bir başkası kendi bahçelievleri'ne gidiyor, kendi çocukluğunun köşe başlarını arıyor. farklı hikayelerde tanıdık duygularla buluşmak tabii ki her şeye rağmen iyi geliyor, umut veriyor. kaleminize sağlık.