Bir Film Nasıl Yaşanır?
Franz Kafka ile Orson Welles’in buluştuğu yerde ben ne yapıyorum? Dava neden aklımdan çıkmıyor? Bu seride ne yapacağım?
Bir saniye, film hâlâ bitmedi. Orson Welles konuşuyor. Anlıyorum, birkaçınız çıkmak istiyor. Welles konuşuyor ve kafama arkadan bir çanta değiyor. ABD’li sinemacı, “Ben Orson Welles…” derken, yanımdan bir ses “Pardon, geçebilir miyim?” diyor. Orson Welles konuşmaya devam ediyor.
Soğuk bir kış günü. Sinematek/Sinema Evi’ndeyiz. THE TRIAL (1962) yeni bitti. Birazdan Kadıköy sokaklarına karışacağız ama ben hâlâ filmin etkisindeyim ve ne mutlu ki yalnız değilim. Aradan geçen altmış yıl, Orson Welles’in Dava’sı ile milyonlarca seyirci arasındaki mesafeyi yakınlaştırdı. Aradan geçen yüz yıl, Franz Kafka’nın Dava’sıyla mesafemizi ise… Ne yaptı? Yakınlaştık mı, uzaklaştık mı?
Bu seride, adı şimdilik Üçüncü Baskı, mesafelerden bahsedeceğim. En sevdiğim filmleri, kitapları tekrar tekrar ziyaret edip yazacağım. Bu süreçte bazı sorular benimle olacak: Neden bazı eserleri unutamıyorum? Neden kimi sesler, yüzler, kelimeler beni diğerlerinden daha çok etkiliyor? Bu eserleri başkaları nasıl görmüş?
Şimdi, Welles ile Kafka’nın buluştuğu yere gideceğiz. Kaygılanmayın, kitabı okumasanız hatta filmi izlemeseniz bile, orada hepimize yetecek kadar yer var.
1
“‘Tüm Zamanların En İyi Filmi’ Sayılan Film, Bu Akşam TV’de.” Atilla Dorsay’ın 1983 tarihli1 yazısının başlığı böyle. Dorsay, TRT’deki CITIZEN KANE (1941) gösterimi öncesi Welles’ten bahsedip TRT’yi eleştiriyor: “TV’de Sinema, işte sinema tarihinin böyle önemli bir filmini ilk kez izletecek. Büyük bir olasılıkla, herhangi bir filmi gösterir gibi, filmin önemi üstüne hiçbir açıklama, bir tanıklık, bir duyuru getirmeden… Yarattığı sinema olayının öneminden TRT gerçekten haberdar mı, seyirci olarak kuşkuya düşmemek elde değil…”
Acaba o günlerde filmi izleyenler neler düşündüler? Hakkında hiçbir şey bilmeden, iyi bir Amerikan filmi olduğunu tahmin ederek ekran karşısına kurulanlar neler çıkardılar? Amerikan Rüyası’nın karanlık yüzünün perdedeki en büyük temsili, 12 Eylül’ü yaşayan bir toplumda nasıl karşılandı?
Ben 2000’lerde Yurttaş Kane ile tanıştığımda yönetmen olmayı düşleyen bir çocuktum. Kadıköy’de özel bir DVD’sini bulmuştum. O DVD’de hem normal haliyle hem de Peter Bogdanovich’in yorumladığı şekliyle filmi seyredebiliyordunuz. Yine de zor bir tanışmaydı bu. Kane, dünyanın her yerinde olduğu gibi, bizde de artık büyük bir şöhrete sahipti. Tarihin en iyi filmi etiketini aşıp filmle bağ kurmak zordu.
Seyrettim, sonra bir daha seyrettim. İkinci seferde Bogdanovich beni bir kapıdan içeri sokmuştu. Kendisi de trajik bir sinema kariyerine sahip olan Bogdanovich’in Orson Welles’le başka bir ilişkisi vardı. Alabildiğine şahsi bir dünyadan Yurttaş Kane’i anlatıyordu. Yine de Kane, en sevdiğim Welles eseri olamazdı. Bana başka bir şey lazımdı. “Esas Kane değil, şu filmi iyidir” demeliydim.
2
Şubat, 2025. Sinematek’ten dönerken “Benim Welles’im bu, Dava” diye düşünüyordum. Welles nerelerde çekmişti filmini? Dava sahneleri Paris’te, Orsay Garı’ndaydı. Başkarakterin dolaştığı sokaklar ise Zagreb’deydi. Welles’in Dava’sı, mekânı ve coğrafyayı kullanma biçimiyle yine algımı sarsmıştı. Çevremdeki kasvet, soğuk havayla birleşiyor; yaşadığım mahalle, sokağın başındaki otobüs durağı, etraftaki dönerciler, sokak köpekleri her zamankinden daha gri geliyordu.
Ben yürürken yazan insanlardanım. Dava da kafamda yürürken oturuyordu. Neydi beni etkileyen? Evvela Kafka. Çek yazarın 20. yüzyıl başında önce yaşadığı, sonra kurduğu, akabinde yeniden bozduğu dünya, bugüne dair bir şeyler söylüyor mu? Josef K. adlı başkarakterimizin bir sabah kapısında polislerle uyanması, emniyet güçlerinin ona hiçbir bilgi vermemesi, önce ev sahibiyle, sonra komşusuyla gizemli sohbetleri, arkasından iş arkadaşlarını görmesi, bütün o korku, suçum neydi ki, masumum, işe gitmeliyim hali…
Yirminci asrın başında edebiyatla kafayı bozan Kafka, ailesinden yeterince destek göremedi, babasıyla sıkıntılar yaşadı, defalarca âşık oldu, bazen terk etti, bazen terk edildi, evlilik kararı verdi, sonra arkadaşı Max Brod’a “Balayındaki çiftleri görmek midemi bulandırıyor” dedi2, hastalıklarla boğuştu. Ve hep Dava’daki Josef K. gibi merak etti. Suçu neydi? Neden istediği gibi âşık olamıyor, neden hayal ettiği kitapları yazamıyordu? Bürokrasinin çarklarında erimek, devlet ve aile karşısında ezilmek, gündelik hayatın boyundurukları onu rahatsız ediyordu.
Orson Welles’in dünyası da karanlıktı ama Kafka’dan farklı bir karanlık. Kafka ölürken arkadaşı Max Brod’a “Eserlerimi yakın” demişti. Welles ise eserlerini prodüktörlerin müdahalelerinden kurtarmaya çalışıyordu. Ona göre sinema sanatının özü kurguydu. Eğer kurguyu kontrol edemezseniz eserleriniz uçup gidiyordu. THE MAGNIFICENT AMBERSONS’tan (1942) başlayarak hemen hemen bütün eserleri film şirketleri tarafından tahrip edilmişti.
Bunları düşününce Dava’nın açılışındaki karanlığı iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz. Josef K.’nın polislere “Suçum ne ki?” diye bakması, hikâye boyunca suçunu anlamaya çalışırken kapana kısılması, elbette trajik bir hikâye. Bir gün uyanabilirsiniz ve biri size suçlu olduğunuzu söyleyebilir. Masumiyetini yitiren bir dünyada nasıl kendinizi kanıtlarsınız?
3
Her şey bir tesadüfle başlar. Belki Enis Batur’un sinema yazıları üniversitede elime geçmese Orson Welles de benim için Yurttaş Kane’den ibaret olacaktı. Batur, Welles’i şöyle tanımlıyordu:3 “Fransız Devrimi tek büyük yazar çıkarmıştır, denilir, onu da kabul etmedi: Sade. Sovyet Devrimi şairlerini sevmedi: Alkol, intihar, çalışma kampları. Cumhuriyetimiz en radikal yazarlarına fanus geçirdi: Nâzım Hikmet, Oğuz Atay, Leyla Erbil. Coca Cola’lı, home computer’lı, sekiz silindirli Amerika tek dehasını hazmedemedi. Orson Welles’i durmadan nükseden bir çıban sandı, oysa dinlenen bir yanardağdı.” Arkasından hayat hikâyesine geçiyordu. Bir radyo programıyla4 milyonları korku içinde sokağa döken genç bir tiyatrocu, 1941’de sinemanın en büyük filmini yapmıştı. Enis Batur, hikâyenin sonrasına, yani “Welles bir daha Kane hizasına ulaşamadı” diyenlere katılmaz: “Kafka’yı da Shakespeare gibi sinemacı kıldığına inanıyorum” der.5
Tesadüfler, Welles’i de hiç bırakmaz. Dava’yı yaparken yine ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalır. Paris’teki çekimler sonrası Yugoslavya’ya gitme planları vardır. Fakat bir telefon ona setin hazır olmadığını söyler. Zagreb çekimlerinin bir süre daha suya düştüğünü işiten Welles, “Yine mi olmayacak?” sorularıyla boğuşurken otel balkonundan bir şeyi fark eder. Odasından Orsay Garı’nın ışıklarını görür ve taksiye atlayıp oraya gider. Orsay’da hayalindeki avukatın ofisini, mahkeme salonunu, koridorları bulur. Ona göre Orsay’ın mimarisi, Jules Verne modernizmiyle Kafka’nın dünyasının kesişim kümesidir.
Filminin şansının değiştiği günü BBC’ye anlatan6 Welles, Orsay Garı’nı şöyle tanımlar: “Dikkatlice bakarsanız, yalnızca çok güzel bir mekân olmadığını, aynı zamanda hüzünle kaplı olduğunu fark edersiniz. Bu, yalnızca bir tren istasyonunda birikebilecek bir hüzündür; insanların beklediği bir yerde. Biliyorum, bu kulağa mistik geliyor ama tren istasyonları, hayaletli yerlerdir. Ve bu hikâye de tam olarak bununla ilgilidir: Belgelerini bekleyen, bekleyen, bekleyen insanların bürokrasiye karşı verdikleri umutsuz mücadelenin içinde kayboluşunun hikâyesidir. Bir kâğıdın tamamen doldurulmasını beklemek, bir trenin gelmesini beklemek gibidir. Üstelik burası mültecilerin de mekânıdır. Oradan insanlar Nazi hapishanelerine gönderildi, Cezayirliler orada toplandı... Büyük bir kederin mekânıdır.”
Orson Welles’in Dava’sı bu tercihleriyle Kafka’nın Dava’sından ayrılır. Bir kapı açılır, Zagreb’desinizdir. Diğer kapı açılır, Paris’e çıkarsınız. Orsay Garı’nın uçsuz bucaksız koridorlarında infazı beklersiniz, sonra Yugoslavya sokaklarında bir duvarda gölgenize bakarsınız, takip ediliyorsunuzdur. Welles farklı zamanlarda, farklı dünyalarda, farklı sahnelerde kahramanını çekmiş ve bütün bunları kurgu odasında bir araya getirmiştir.7
4
Orson Welles’in filmin başına koyduğu ‘kıssa’ aslında bütün Kafka evrenin bir özetidir. Max Brod’un son haline getirdiği Dava’yı Welles alır; o kanun fıkrasını da en başa taşıyarak bir çizgi hikâyeye dönüştürür. Nedir o kıssa? Taşradan gelen bir adamın kanun kapısından geçip derdini anlatmaya çalışma öyküsü, “Şimdi giremezsin” emri sonrası uzun bir beklemeye dönüşür. Adam, henüz ömür boyu bekleyeceği bir sınavın başında olduğunu bilmemektedir. Gözlerinin feri sönene, vücudu taşlaşana kadar bekler, bekler, bekler. Bir gün bile kimse çıkıp “Hemşerim içeri gir” demez. Kanun kapısının önündeki görevlinin emriyle bekleyen adam en sonunda bir ışık görür. O ışık adaletin ışığı mıdır? Yoksa ölümün ışığı mı? En sonunda kapı üzerine kapanır. Hayatı, bekleyişi sona ermiştir.
Kafka’nın Toplu Öyküler kitabında da yer alan bu hikâye, Welles tarafından filmin hem girişine hem de sonuna yerleştirilmiştir. Neden? Welles, Bogdanovich’in söyleşi kitabında8 bu konuya şöyle değiniyor: "Bu filmi yapmamı mümkün kılan, hayatım boyunca suçluluk duygusuyla ilgili tekrar eden kâbuslar görmemdi. Hep şunu görürdüm, hapisteyim ve nedenini bilmiyorum, yargılanacağım ama sebebini bilmiyorum. Bu benim en kişisel filmim." Söyleşinin başında Bogdanovich’in Dava hakkında olumsuz konuşmasını affetmez. Bir süre sonra Bogdanovich, Dava’yı ikinci kez izlediğini ve sevmeye başladığını söyler. Welles’in cevabı nettir: “Üçüncü kez izle.”
Ben Orson Welles’i dinledim, üçüncü kez izledim. İlk izleyişim, sinemacı olmaya çalıştığım yılların gölgesindeydi. Tıpkı Yurttaş Kane gibi Dava’nın da diline, tekniğine, mekân kullanımına hayran olmuştum. İkinci izleyişimde ise işler değişmişti. Arada Anthony Perkins’in canlandırdığı Josef K.’nın kitaba sadık bulunmadığını okumuştum. Yeterince trajik bulunmamıştı. Oysa Kafka’nın dünyası yalnızca korku ve karamsarlıktan ibaret miydi? Orada hiç mizah yok muydu? En azından bir kara komedi olamaz mıydı?
Welles, Kafka’yı farklı yorumluyordu: “Perkins, K.’yı benim gördüğüm şekilde canlandırdı ve bedelini ödedi çünkü kimse onu benim gibi görmüyor. Kitapta K.’nın bir ‘yükselme hırsı’ taşıdığına dair işaretler görüyorum. O silik bir muhasebeci değil, bu korkunç dünyada bir yerlere gelmek isteyen bir genç adam. Bu yüzden gerçek bir nevroz halinde çünkü hem korktuğu hem de fethetmek istediği şey tam olarak aynı.” Hatta Bogdanovich’e “Biliyor musun, Dava’yı neden sevmediğini? Onun ne kadar komik olduğunu görmedin” diyordu.
İkide biraz daha bu kara komediye odaklanan ben, üçüncü seyredişte yine büyülendim mi? Şüphesiz. Bir yandan da filmin düşündüğümden daha uzun olduğunu fark ettim. Temposu düşüyor muydu? Hayır. Josef K. ve dünyasını bize kusursuz bir şekilde aktaran bir zaman-mekân kullanımı vardı. Lakin nedense bu sefer kendimi hiç olmadığı kadar Dava’nın içinde hissettim. Biz de Dava’nın içine sıkışmıştık. Hem de uzunca bir süredir. Eve yürürken bütün yollar, apartmanlar, arabalar, duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Sanki Kadıköy’den bir kapı açmış, Zagreb’e geçmiştim. Sonra biraz yürümüş, Paris’te bir gara varmıştım.
Bu yazıyı 16 Mart 2025’te yazdım. Yarın uyanacağım ve bir başka muhalif siyasetçinin daha davayla, soruşturmayla karşı karşıya kaldığını okuyacağım. Yarın uyanacağım ve uzaktan tanıdığım bir gazetecinin, belki bir avukatın ya da son derece sıradan, politikadan uzak işlerden biriyle meşgul olan bir arkadaşımın alakasız bir suçlamayla bezdirildiğini duyacağım. Yıllardır hapishanede olanları düşünecek, daha ne kadar kalacaklarını sorgulayacağım. Bu ortamda Kafka ile Welles’in buluştuğu dünya gerçekten bana, bize ne kadar uzak? Kanun kapısında içeri alınmak ve derdimizi anlatabilmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Kütüphaneme bakıyorum, Yaşar Kemal kitapları yan yana. Bir tanesini, Alain Bosquet ile Görüşmeler’i9 çekip çıkarıyorum. Orada Kafka’yla alakalı satırlar vardı, hatırlıyorum. Ha, buldum. “İnsanlığın mayası aydınlık ve umuttur” diyor Yaşar Kemal, bir yerde: “Siz Kafka’nın dünyasına bakmayın, o başka, umutsuzluk dünyası onun dünyası. Avrupa belki de onun karanlığına özeniyor.” Devamı şöyle: “Dostoyevski ne yapar biliyor musunuz, karanlığı yığar yığar karşımıza, bir karanlık duvarı örer önümüze, onun işi, hüneri bu, sonra o kurşun geçirmez karanlığın arkasından ışığı daha belirli, daha açık görürüz (...) Onun Kafka’larla, çağımızın karamsarlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur.”
Sizce haklı mı? Düşünmek lazım. Bildiğim, Kafka’nın karanlığı hâlâ üzerimizde geziniyor. Welles’in o karanlığı çok değil, birazcık aydınlatma çabası ise, bir türlü, ne yazık ki hakkını bulamadı. En iyi Welles filmleri sayıldığında Dava hâlâ arkalarda kalıyor. Ama bir avuç şanslı insan için Welles’in Dava’sında sevilmeye layık çok şey var. Benim gibiler için Welles’in Dava’sı, Kafka’nın Dava’sından da üstün. Biri eserlerini kurtarmak, diğeri eserlerini yakmak isteyen iki önemli sanatçının buluşmasında ben gözümü hep filme çeviriyorum. Orada başka bir karanlık, hüzün, trajedi ve komedi, evet komedi, buluyorum.
Hep umutlu bir insan oldum. Bir gün yaşadığımız bu kâbustan da uyanacağımızı biliyorum, o güne nasıl varabileceğimizi düşünüyorum. O vakit geldiğinde, yine bir kış günü, Dava’yı yeniden seyredeceğim ve kendimi sokaklara atacağım. Kitap mı karanlık, film mi, yoksa ben mi bu aralar öyleyim, o gün bu sorularla hesaplaşacağım. Şu an ise duvarın ardını görmek için kanun kapısında dikiliyorum. Sevgili Franz, sevgili Orson, sizce orada bir ışık var mı? Siz beni tanımıyorsunuz, aramızda yüzyıllar, karanlık yollar, uzun kapılar ve farklı dinler var. Ama hepimiz aynı bekleme salonundayız.
Dorsay'ın Sinemayı Sanat Yapanlar kitabından.
Hanns Zischler'in Kafka Sinemaya Gidiyor kitabından.
Enis Batur’dan Sinema Yazıları kitabından.
The War of the Worlds uyarlamasıyla...
İlginç olan, bütün ömrünü kitaplara veren, yüzlerce kitabın altında imzası bulunan Enis Batur’un sinema yaşamında da Dava’nın nadide bir yeri olmasıdır. Dava’yı ilk kez 1970 yılının Ekim ayında, Ankara’daki bir Welles toplu gösterisinde seyretmiştir. İlk sinema yazısını 1971’de Ulus gazetesine Orson Welles’in Sinema Devrimi üzerine yazmıştır. 1973’te Welles üzerine bir kitaba niyetlenmiş, bu hayalini 2014’te Davalı isimli küçük bir kitapla gerçekleştirmiştir. Özetle, Welles sadece Fransız entelektüellerini, Amerikan akademisini, Avrupa sinema evrenini etkilememiştir; Türkiye’de de iz bırakmıştır.
1962'den harika bir söyleşi: http://www.wellesnet.com/trial%20bbc%20interview.htm
ABD’li yönetmen, kitabın sonunu sinemaya uyarlarken değiştirir ve şöyle der: “Kafka, altı milyon Yahudi'nin ölümünden sonra bunu yazmazdı. Bu son, benim için Auschwitz öncesi bir dünya hissi veriyor." Ona göre “film bağımsız bir şey olmalı”dır. Şöyle anlatır: “Bir oyun yazarının bir romanı nasıl bir sıçrama tahtası olarak kullanarak tamamen yeni bir eser yaratması gerekiyorsa, sinema da bir romanı öyle kullanmalıdır.”
This Is Orson Welles kitabı.
Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor ismiyle bulabilirsiniz bu kitabı.
Kaleminize sağlık. Umutsuzluğun örgütlenmeye çalışıldığı günlerde "hayır böyle olmak zorunda değiliz" demenin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Serol Teber'in o meşhur açık radyo programı Didik Didik Freud'da dinlemiştim, Kafka'nın Yargı adlı öyküsünde baba ile çatışmasını, hesaplaşmasının sonunu getirememesini. "Babayı" aşamadı belki de, karamsarlığı da ondandı. Babaları, reisleri, patronları aşacağız bir gün ben inanıyorum.
Yıllar önce Petersburg'da zamanında Çar'ın hapishanesinin de olduğu Peter Paul kalesine gitmiştim. Bu tutsakhanede kimler yatmamıştı ki, Gorki gibi yazarlardan Lenin'in abisi gibi siyasilere iyiye dair sözü olanların birçoğunun yolu buradan geçmiş. Çar devrilince en son çar burada kalmış... Oradan çıkıp kozmonot müzesine gitmiştim, 50 yıl sonra hapistekilerin uzaya çıktığını gördüm. Umutlandıran bir geçmişti. Yazınız da öyle geldi bana, teşekkürler:)
"...
umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri Asya’da biterken sözgelişi, Şili’de öbürkü başlar"