Rüyalar ve Kâbuslar
LeBron, Durant ve Curry’nin İstanbul’dan Paris’e, 2004’ten 2024’e bıraktıkları anılar, bizi biz yapan yıllar, seçimler, şampiyonalar…
Ne tuhaf, Kevin Durant’i aklımızdan çıkaramıyoruz. Eylül 2010’dan unuttuğumuz çok detay var ama milli takımımızın Amerika Birleşik Devletleri karşısına çıktığı o finali unutmuyoruz. Mesela o finalden birkaç gün önce, Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretini fırsat bilip “12 Eylül’de inşallah çifte zafer yaşarız” diyen eski TBF Başkanı Turgay Demirel’i unuttuk. Ama Sırbistan yarı finalini, Kerem Tunçeri’nin turnikesini, ABD finalini ve Durant’i unutmuyoruz.
Belki de Durant kadar o temenniyi de hatırlamalıydık. 12 Eylül Referandumu’nun kasıp kavurduğu bir ortamda nasıl bir uçurumun kenarında olduğumuzu hissediyorduk. Yine de sanki o dönem bu “çifte zafer” muhabbetlerinin üzerine yeterince hışımla gidilmedi. Oysa ki hayatlarımızın nasıl kuşatılacağının ipuçları o vurguda saklıydı. Medyadan sinemaya, eğitimden spora her alan, iktidarın oyuncağına dönüşmek üzereydi.
2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nın hayatımızı aydınlattığı günlerde fırtınalı bir onyıla başlamıştık. 2010’lar ekonomik, kültürel ve siyasi açıdan çok sert geçecekti. Haklarımız elimizden alınacak, yaşamlarımız her geçen gün daha da kısıtlanacaktı. O sırada milli takım da basketbolun zirvesine yürüyordu. Spor bakanlığı, federasyon, kaptan Hidayet Türkoğlu da o başarıyı siyaseten kullanıyor, iktidarın hegemonyasına parkelerden yeni bir tuğla ekliyordu.
Hayat ilginç akıyor. Durant, 12 Eylül 2010’da kalbimizi kırdığında çok kahrolmamıştık. 2007 NBA Draft’ının iki numarası, Seattle’da başlayan, kısa sürede Oklahoma’ya taşınan kariyerine İstanbul’da sınıf atlatmıştı. Evet, 12 Dev Adam’ın şampiyonluğu kaçırması üzücüydü lakin karşımızda bir dev vardı. 2.13 civarlarındaki bir genç yıldızın dışarıdan bu kadar kolayca şut atabilmesi büyüleyiciydi. Kendimizi parçalayamazdık. Yalnızca şapka çıkarabilirdik.
Daha fazla üzülmemiz gereken, Türkiye-ABD maçıyla paralel izlediğimiz referandum sonuçlarıydı. Lakin televizyon karşısına oturduğum arkadaşlarımla birlikte gençliğin verdiği umuttan mı, bilemiyorum; geceyi klasik bir seçim hüsranıyla bitirmemiştik. Üzgündük. Hem Durant’e yenildiğimiz hem de sandıkta kaybettiğimiz için. Fakat hayat bitmemişti. O enerji, bir şeyleri değiştirebileceğimize dair inanç, birkaç sene sonra Gezi Direnişi’nde de izlerini gösterecekti. Sadece sandıkta ya da internette değil; sokakta da hakkımızı arayacak gücü kendimizde ve en önemlisi yanımızda bulmuştuk.
Hâlâ tuhaf geliyor. 12 Eylül 2010 akşamı NTV’den maçı takip ederken o günün aklımızda bu kadar kalacağını hayal edemezdim. Büyük bir performanstı ama geçip gidecekti. Durant için pek çok benzer deneyim kapıdaydı. Bizim için de hayatımızın değişeceği, her şeyin daha iyiye gideceği yıllar yakındaydı. Böyle umuyordum. Dönüp bakınca, safın tekiymişim.
Diğer yandan, Durant pek çok büyülü akşamın parçası oldu ama İstanbul’daki o maç, sanki onun için de farklı bir yerde kaldı. Öyle ki bugünlerde hâlâ o maçı düşünüp düşünmediğini merak ediyorum. Özellikle de 2024 Paris’ten sonra…
Paris demişken, o basın açıklamasını gördünüz mü? Durant bir yemek masasında oturuyor. Önünde bir kadeh kırmızı şarap ve birkaç kutu ice tea var. Yanında ise annesi var. KD bir yandan konuşuyor, bir yandan da yemeğini yiyor. Olimpiyat oyunlarının unutulmaz gecelerinden biri. Amerika Birleşik Devletleri, yarı finalde Sırbistan’ı yeneli birkaç saat olmuş. Durant “Bu maçın parçası olan herkes ömrü boyunca bu geceyi hatırlayacak” diyor.
O maçın parçası değildim ve ben bile hayatım boyunca hatırlayacağım. Paris’ten uzakta, İstanbul’da bir stüdyoda, bu maçı yorumluyordum. Ve üzerinden saatler geçtikten sonra bile uykuya dalamıyordum. Maç bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. İlk çeyrekten farkı yakalayan Sırbistan. Joel Embiid ve Anthony Davis karşısında oyunu yöneten Nikola Jokic. Sahadaki herkese meydan okuyan Bogdan Bogdanovic. İlk saniyeden üçlük fırtınasına başlayan Aleksa Avramovic. “Nasıl yani, ABD elenecek mi?” düşünceleri. LeBron, Durant ve Curry’nn sırayla sahneye çıktığı o son beş dakika.
Evet, unutulmaz bir maçtı. Durant’in açıklamasına bakıyordum ve orada benim gibi, o maçı hafızasına kazıyan milyonlarca insan gibi, samimi bir heyecan görüyordum. Karşımızda tek başına bir endüstri, yaşayan bir efsane ve büyümeyen bir çocuk vardı. İşin güzel tarafı, Durant konuşmak zorunda değildi. Olimpiyatta böyle bir yükümlülüğü yoktu. Yine de uzatılan her mikrofona geceyi değerlendiriyordu. Manşet olma derdi yoktu. Sadece en hakiki tutkusundan bahsetmek istiyordu.
Peki ya LeBron? Onun için medya her zaman mühimdi. Messi ve Ronaldo’yla birlikte 21. yüzyılın en ünlü sporcusu olmakla kalmamış; kavga etmeye, tartışmaya, en basit konuda bile ikiye bölünmeye hazır internete her zaman istediğini vermişti. Konuşmadığı, konuşulmadığı bir gün bile yoktu. Fakat Paris’te LeBron bile çok rahattı. Takım arkadaşlarının ona bıraktığı merkezde yeni anlatılar peşinde koşmadı. Eğlendi, antrenman yaptı, maçlara çıktı; mesajı değil, oyunu kontrol etti ve gerektiği yerde sahneyi arkadaşlarına, en çok da gönülden sevdiği Durant ile Curry’ye bıraktı. Beyazlar düşen sakallarıyla başka biri olmuştu.
2024 kadrosu, büyük ihtimalle, bir çağın bitişini simgeliyordu. 2003 NBA Draft’ının bir numarası LeBron, 2007 sınıfının iki numarası Durant ve 2009’un yedi numaralı seçimi Curry başrollerdeydi. Üçlünün tek hedefi Paris’te altın almak değildi. Aynı zamanda basketbolun son yirmi yılının simgeleri olarak iyi bir perde kapanışı arzuluyorlardı. LeBron babalar ve oğullarla oynamıştı, Pistons’ın ikinci Bad Boys dönemiyle de Spurs Hanedanı’yla da Warriors Devrimi’yle de Nikola Jokic’le de boğuşmuştu. Durant, fizik-yetenek karışımıyla ‘Unicorn’ çağını başlatmıştı ve Kristaps Porzingis’ten Victor Wembanyama’ya onlarca basketbolcuya ilham vermişti. Curry ise, kısa ve öz, oyunu değiştirmişti. Basketbol ondan önce başka bir oyundu, ondan sonra başka…
Dolayısıyla, Sırbistan maçının son çeyreğine girilirken heyecanlanmamak imkânsızdı. Kadro kalitesi açısından 1992 ile 2008’in yanına yazılan 2024 ekibi, ciddi bir kâbus görüyordu. Sırbistan farkı çift hanelerde tutmuştu ve ABD bir türlü arayı kapatamıyordu. Sonra döndüler ve inanın bana, o dönüş hiç de sıradan değildi. LeBron-Durant-Curry üçgeni, miraslarını kurtarmak zorundaydı. Eleştiri yağmuru altındaki Steve Kerr en basit rotasyonunu seçti. Sahaya bu üçlüyü sürdü, yanlarına da Booker ile Embiid’i ekledi. Bir anda ortaya 2008 İspanya-ABD karşılaşmasından beri uluslararası basketbolun gördüğü en nitelikli kapışma çıktı.
Ya Fransa maçına ne demeli? Dürüst olmak gerekirse, ABD sanki yarı finalde olimpiyatı bitirmiş gibi hissediyordu. Dış şut sokmakta zorlanan Fransa’nın ABD’nin hücum gücüne rakip olamayacağı düşünülüyordu. Fakat ev sahibi beklentileri tersine çevirdi. Fransa finali de defalarca krize girdi. Ve orada ABD’ye zaferi bir takım çalışması getirmedi. Bu sefer Curry tek başınaydı. Sporun gördüğü en büyük tek kişilik şov olarak üçlükleri rakip potaya yağdırdı. Fransa öyle çaresiz durumdaydı ki sahada LeBron, Durant ve Booker varken Curry’ye ikili sıkıştırma göndermekten çekinmediler. O da çare olmadı. Steph, ilk ve muhtemelen son olimpiyatını tarihin en büyük şutlarından biriyle bitirdi.
Tıpkı yarı final sonrası olduğu gibi, finalden sonra eve yürürken de mutluluk sarhoşuydum. Sezon boyunca NBA mesaisi yaptığım arkadaşlarımla (Ali Konavic ve Cengiz Uygur) bahsi geçen maçları anlatmam bu mutluluğun tek sebebi değildi. NBA yıldızlarının başarıya gitmesi de bu hislere yetmezdi. Zaten Sırbistan ya da Fransa’nın kazanmasından da farklı açılardan hoşnut olurdum. Başka bir şey vardı o mutluluğun arkasında.
Yürürken düşünüyordum, ben bu resmin neresindeydim? İstanbul’dan olan bitene anlam vermeye çalışan cümleler kurmak beni bu serüvenin parçası yapar mı? Muhtemelen hayır. Fakat bir yandan da spor, edebiyat, sinema bu yüzden yok mu? Bütün bu maçlar, eserler bizimle birlikte anlam kazanıyor. Biz dünyayı etkiliyoruz, dünya da bizi etkiliyor, en kötü yanımızdakine dönüp “Seyrettin mi?” diye soracak hatıralara sahip oluyoruz.
Evet, 2010’u unutmamıştım. Orada bazen tribünde, bazen ekran başındaydım. 2004’te Rüya Takım’ın milli takımımızla yaptığı iki hazırlık maçını kim aklından çıkarabilirdi ki? Onu da hatırlıyordum, ilk maça bilet bulmuştum. Bana basketbolu sevdiren Allen Iverson için, genç LeBron James için… Altı sene sonra genç Durant ve genç Curry ile buluşacağımız parkelerde önce 2003 NBA Draft sınıfının parlak umutlarıyla tanışmıştık.
Yürürken düşünmeye devam ediyordum, ülke olarak bu resmin neresindeydik? Madalya tablosundaki yerimizi tartışıyorduk, güzel. Peki ekonomide kaçıncı sıradaydık? İfade özgürlüğünde? Daha da basiti, basketbolda ne durumdaydık? Mesela Temmuz ayında sevgili Erman Kunter, Cumhuriyet’te dert yanıyordu. FIBA sıralamasında sürekli geri düşmemize, Madagaskar’ın hakem gönderdiği olimpiyatta hakemimizin olmayışına, mili takımımızın Fransa’dan özel maçta yediği 50 sayılık farka, olimpiyata giden takımlarla oynayacağımız hazırlık turnuvasından çekilmemize… Kunter şöyle sesleniyordu: “İsteseniz bu kadar kötüsü olmaz. Aklıma ya sizi birileri kandırmış ya da hiç inanmak istemiyorum ama basketbol umurunuzda değil geliyor bana. Kısa, orta ve uzun vadeli bir plan kurmalıyız. Gidişat basketbolumuzun çok kısa süre içinde hentbolun bile gerisine düşeceğini gösteriyor.”
2004 ve 2010 gibi 2008 de unutulmazdı. 2024 de hatırlanacak. Durant haklıydı. Bu maçların parçası olanlar yaşadıkları duyguları hayatları boyunca unutmayacaklar. Öyle ki LeBron finalden dört gün sonra profil fotoğrafını değiştirdi ve takımca çektirdikleri klasik pozu hesabına işledi. Herkesin hatıralara, eşyalara, karelere, posterlere, paylaşımlara ihtiyacı vardı. Benim de var. Maçları bilgisayarıma indirdim, fotoğrafları kaydettim, sonra da kendime, bize döndüm.
Bu hikâyede üzücü olan; bütün bu yılları, olimpiyatları, şampiyonaları, İstanbul’a yolu düşen genç LeBron’u, genç Durant’i, genç Curry’yi düşünürken bizim başımıza gelenleri hatırlamaktı. Hafızalarımıza farklı Rüya Takım kadrolarını kazıdığımız bu yıllarda adım adım hayatımız kâbusa dönmüştü. Ne yazık ki hâlâ o kâbustan uyanmayı bekliyoruz. Bizim de rüyamız bu işte. Daha fazlasına sahip olmalıydık hissi. Daha iyisini hak ediyorduk düşüncesi. Sadece sahada değil, hayatta da her şey daha başka olabilirdi üzüntüsü…
Çok eskiden beri, daha Yazıhane'de yazarken kahve eşliğinde sabahları İnan Özdemir okumak en büyük keyiflerimden biriydi. Eski yazılarını her yerde arardım onu daha çok okuyabilmek için. Yazıhane Yıllık kitabındaki en sevdiğim yazılar arasında da elbette onun yazıları vardı. Nobel sonrası okuyup hayran kaldığım Annie Ernaux ile yaptığı röportajdan çıkardığı muhteşem yazı da en az Annie Ernaux kitapları kadar değerli oldu benim için. Amerikan Mutfak'ta Kaan Kural ile ikisini o masada kahve içerken görmek güneşli bir cumartesi sabahına uyanmak gibi her zaman.
Her şey bir yana, bu çağda bir blog açılmasına bu kadar sevineceğimi düşünemezdim. Umarım bir de kitaplaştırır ileride bu yazıları ve onu takip edenler olarak imzalı olarak o kitabını koyabiliriz kitaplıklarımıza.
Kalemi keskin, ömrü uzun olsun. Bol bol yazsın. Ve tıpkı bu yazıda dediği gibi biz de arkadaşlarımıza ''Okudun mu?'' diyelim.
“Mesela o finalden birkaç gün önce, Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretini fırsat bilip “12 Eylül’de inşallah çifte zafer yaşarız” diyen eski TBF Başkanı Turgay Demirel’i unuttuk.”
Gerçekten unutmuşum, bu yazıyı okumasam hatırlamayacaktım muhtemelen. Öyle bir ülkedeyiz ki, federasyon başkanlarının siyasi partilere verdiği açık desteği bile unutabiliyoruz bazen. Bu hatırlatma için teşekkür ediyorum.