Oasis’in Dönüşü, Lisenin Dönüşü
Noel ile Liam Gallagher’ın barışması beni okul sıralarına götürdü. O sıralardan bugüne hatta geleceğe dönmek istiyorum.
Yıllardan 2008, Soğanlık’ta sıradan bir gün. Lisedeyim. Sınıf arkadaşlarım gibi benim de gündemim üniversite sınavı fakat ÖSS baskısıyla birlikte bir rahatlama da var. Müfredatı erken bitirmişiz. Pek ders yapmıyor, daha çok test çözüyoruz. Bir yandan da yeni ilgi alanları bulmuşuz ve o alanlar etrafında gevezelik yapmaktayız. Sınıfın arkasında, köşede oturuyorum. Üniversite sınavında nasıl bir puan yapacağımı az çok kestiriyorum. O nedenle arkadaşlarla sohbet etmeyi, bazen yeni başladığım Tutunamayanlar’a göz atmayı ve canım sıkıldıkça Oasis şarkıları mırıldanmayı tercih ediyorum.
O anların etkisini hiç unutmadım. Testlerden ve kimin nereyi kazanacağına yönelik sohbetlerden canımız sıkıldığında -neredeyse her zaman- çıkıp basket oynar ya da fotokopicinin oradaki pinpon masasına giderdik. Bizi nasıl bir hayatın beklediğini düşünür, gelecekte nasıl görüşmeye devam edeceğimize dair sözler verirdik. Bazılarını tuttuk, bazılarını tutamadık. Mesela hâlâ en sık görüştüğüm iki arkadaşım liseden, Cem ve Onur. Aslında üç ve dört de öyle: Liam ve Noel Gallagher.
Şaka yapmıyorum, lisede hayatımın Oasis olduğu bir dönem vardı. 14-15 yaşlarında Definitely Maybe ve (What's the Story) Morning Glory? albümlerini keşfetmiş, her gün Atalar-Soğanlık otobüsünde Oasis dinlemeye başlamıştım. Bununla da yetinmiyor, bulabildiğim her röportajlarını incelemeye, İngilizcemi geliştirmeye çalışıyordum. Liam ile Noel’in klasik bir yabancı dil öğretmeni olmadığı açıktı ama onlar sayesinde Manchester argolarıyla tanıştım, rock tarihinin en komik muhabbetlerinden bazılarını ezberledim.
Zamanla bu deneyimin evrensel olduğunu fark ettim. Örneğin 2009’da dağılan ve bugünlerde yeniden toplanan Oasis’in 1990’larda yaptığı etkiyi ABD’li müzik yazarı Steven Hyden şöyle açıklıyor: “Oasis’i sevmek bütünsel bir tecrübedir. Evet, onları seversiniz çünkü şarkılarından hoşlanırsınız. Fakat aynı zamanda röportajlarına bayılırsınız. Belgesellerine sevdalanırsınız. Öğrenim sürecinde size sayısız kaynak eşlik eder. Oasis’i yanında getirdiği bütün bu şeylerle birlikte seversiniz ki bu durum günümüzde, bilhassa rock grupları için, pek geçerli değil. Şimdi de harika müzik yapan sayısız müzisyen var. Fakat ne yazık ki çoğu sıkıcı…”
Bu yazının amacı lise anılarımdan bahsetmek değildi ama cidden, sadece yıllığıma bakan biri bile saplantımın boyutlarını fark edebilir. Pek çok arkadaşımın yazdığı gibi berbat sesimle şarkı söyleyerek herkesi bunaltıyordum. Lakin utangaç bir çocuk olarak Oasis sayesinde özgüven kazanmış, dünyaya açılan bir kapı bulmuştum. O kapının ucunda yeni arkadaşlar, seyahatler, üniversite sıraları, işler olacaktı. 1990’lar başında kurulan, ben kundaktayken ilk şarkılarını yapan, ben lisedeyken son demlerine giren, ben üniversiteye geçerken dağılan bir grup bana yardımcı olmuştu. Onlar sayesinde odamdan çıkmıştım.
Dünya aslında bunu istemiyor. Teknoloji eve kapanmamızı, odamızdan her şeyi bir telefonla çözmemizi söylüyor. Yemekten alışverişe hayatın her alanında onlarca yardımcımız var. Lakin akıllı telefonların 2010’lardan bu yana hayatımıza yaptığı başka bir etki var. Teknoloji -biliyorum bu tespitleri yapmak da klişeleşti ama- artık bizim hizmetimizde değil. Teknoloji bize hükmediyor. Dünyamız, Silikon Vadisi sayesinde genişlemedi. Tam tersi, Silikon Vadisi’nin bizim için daralttığı bir evrende sadece tüketerek, kavga ederek, ‘retweet’ ya da ‘like’ peşinde koşarak, öfkelenerek ve endişelenerek varolan canlılarız.
Öyle ki ilgi alanlarımız bile artık algoritmaların eseri. Etkilendiğimiz bir eserden başkasına sekerken ancak yapay zekânın çapı kadar geniş bir ağa ulaşabiliyoruz. Tabii, algoritmalardan önce de müzik kanallarının, plak şirketlerinin, dergilerin etkisindeydik ama sosyal medyanın ve belli başlı tekellerin kültür sanat dünyasını ele geçirmesinden evvel kendi beğeni haritamızı daha rahat çizebiliyorduk. Mesela Oasis’in ilk albümünü, yani Definitely Maybe’yi genç yaşta dinleyen biri için müzik tarihinde bambaşka kapılar açılır. Rock 'n' Roll Star, ergenlikte kapana kısılmış herkesin isyanı olabilir pekâlâ. Liam Gallagher’ın o pür sesinde John Lennon’ı da bulursunuz John Lydon’ı da... Shakermaker’la Manchester’ın Manchester olduğu yıllara gidebilirsiniz. Up in the Sky’la The Beatles yolu açılır önünüzde. Bring It on Down’la Sex Pistols’ın bıraktığı yerden, punk müziğin zirvesinden bir şarkı dinlersiniz. Cigarettes & Alcohol açık bir T. Rex esinlenmesine (Get It On) hatta çalıntısına sahiptir.
Inspiral Carpets’in turne elemanı olarak çalıştığı kısa dönem dışında ya düşük ücretli işlerde dirsek çürüten ya da işsiz olan Noel Gallagher, ilham kaynaklarını hiç gizlemedi. İki kardeşi ve annesiyle birlikte hayatta kalmaya çalışan, babasının aileye verdiği zararı müzikle yenmeye çalışan Noel için sevdiği şarkılar kaçışın ta kendisiydi. 1980’lerde yoksulluk yardımı alarak geçinmiş, Margaret Thatcher’ın soyup soğana çevirdiği işçi sınıfının bir üyesi olarak hayalsiz, ümitsiz, beş parasız yaşamış; buna rağmen doğduğu toprakların etkisiyle The Stone Roses’tan The Beatles’a pek çok grupla tanışmış; o yıllarda Manchester’ı etkisi altına alan The Haçienda gece kulübü sayesinde elektronik müziği keşfetmişti. 1990’ların başında Creation Records’un dikkatini çektiğinde o kaynakları kendi dünyasıyla yoğurdu. Tesadüfen müzikle tanışan kardeşi Liam Gallagher’ın sıradışı vokali ile Noel’in müzikal hafızası ve becerileri birleşince ortaya 1990’ların en ünlü İngiliz grubu çıktı. Oasis’in 1994 ila 1997 yılları arasında kırdığı rekorların haddi hesabı yok. Her yerdeydiler. Çok sattılar. Herkesi yendiler.
Ben yaşım sebebiyle Oasis’i daha sonraları, 2000’lerin ortasında, internetin açık ve dağınık evrelerinde tanıdım. Hoş, herkes gibi Wonderwall’u biliyordum. 1990’ların sonunda ablamlarla birlikte izlediğimiz kanallarda Wonderwall klibinin dönmediği kaç hafta vardı ki? Türkiye’de bile Oasis’ten kaçamazdınız. Fakat 2000’lerin ortasında bu tanışıklığı ilerlettim. İlk iki albümün büyüsüyle de yetinmedim, hâlâ çok parlak tarafları olduğuna inandığım Be Here Now’ı deli gibi dinledim, her Oasis hayranı gibi “Esas Acquiesce gibi B-side parçaları en iyi şarkıları” iddiaları attım, Standing on the Shoulder of the Giants’tan Dig Out Your Soul’a geç dönem kayıtlarının ışıltılı yanlarını aradım. Bazen buldum, bazen bulamadım, bazen bulamasam da bulmuş gibi yaptım.
İlk bakışta öyle görünmese de Oasis aslında siyaseten incelenmeye de değer bir gruptu. Mesela geçen hafta The Guardian için bir yazı kaleme alan Alex Niven şöyle diyor: “Oasis’in esas sihri neydi? Onlar kısa bir süre de olsa daha iyi bir Britanya’nın mümkün olduğunu göstermişlerdi.” 1990’lara damga vuran Gallagher Kardeşler, İrlanda kökenli bir ailenin Manchester’da doğan fakir çocuklarıydı. Bir röportajında Noel, ergenliğini şöyle anlatıyordu: “17 yaşındayken tipik bir gençtim. Futbol maçlarına gidiyor, ot içiyor, yoksulluk yardımı alıyordum.” Albümlerinin rekorlar kırmasından sonra hayatında neler değiştiği sorulduğunda ise şu cevabı veriyordu: “Artık daha büyük bir televizyona sahibim. Fark da bu. Zaten tek istediğim daha büyük bir televizyona sahip olmaktı.”
Alex Niven’ın Definitely Maybe albümü üzerine yazdığı kitap da bu açıdan zihin açıcı. Niven, Oasis’in şarkı sözlerindeki okyanus, gökyüzü gibi ortak noktalara odaklanıyor; onların bilhassa ilk albümlerinde nasıl şehirden kaçış (“I live my life in the city / There's no easy way out”) teması üzerine yoğunlaştıklarını, o kaçış fikrinin köklerinde ise Thatcher döneminde işçi sınıfından olmalarının yattığını anlatıyor. Niven’a göre Manchester’da babasıyla, annesiyle birlikte yoksulluk yardımı kuyruklarında bekleyen çocuklar olarak büyümek o şarkıların ortak noktası. Oasis’in o kaynaktan beslenip marşlar üretmesini, o marşlarda da sadece “parayı bulup yırtmanın” değil; Live Forever’da (“We see things they'll never see / You and I are gonna live forever”) ya da Bring It on Down’da (“You're the outcast, you're the underclass / But you don't care – because you're living fast”) olduğu gibi alt sınıfın ortak değerlerinden söz etmelerinin önemli olduğuna inanıyor. Akabinde de Liam ile Noel’in ilk albümle milyoner olduktan sonra ‘Blair İngilteresi’nde nasıl reklam yüzü olarak kullanıldığını, Tony Blair yönetimindeki İşçi Partisi’nin Thatcher politikalarının pek çoğunu devam ettirirken Oasis’in şöhretinden nasıl faydalandığını anlatıyor. En nihayetinde, Niven solcu bir akademisyen olarak bu dönüşümü hayal kırıklığıyla eş tutuyor.
Tabii ki şu an benim odak noktam Oasis ve siyaset değil. Ama bu hayal kırıklığının bir kısmını biz de bilet kuyruklarında yaşadık. Yakın zamanda barışan Oasis’in kitleler üzerinde öyle farklı bir etkisi var ki 30 Ağustos 2024’te çıkan dönüş turnesi biletlerine 15 milyon insan başvurdu. Oasis ile Ticketmaster’ın 150 sterlin olarak duyurduğu İrlanda ve İngiltere konser biletlerinin bir kısmı bu yoğun ilgi karşısında satış ânında 350 sterline çıktı. Kapitalizmin bu soygunculuğa uydurduğu kılıf ‘dinamik fiyatlandırma’ydı. Oysa ki dinamik olan tek şey içinde yaşadığımız bu evrensel cenderenin ilgi alanlarımızı, nostaljik bağlarımızı, en kalbi duygularımızı sömürmedeki başarısıydı. Kimisi aşkını kalbine gömdü, benim gibi şansı yaver gidenler normal fiyatlardan biletlerini aldı, kimileri de pahalı biletlere (İtiraf edeyim, bundan da bir tane aldım) yöneldi. Lakin çoğu kişinin ağzında nahoş bir tat kaldı.
Bu hikâyede, artılarıyla ve eksileriyle, unutulmaz bir taraf var. O da esas altını çizmek istediğim noktayı oluşturuyor: Bir ergenin tutkularıyla kurduğu ilişkinin yıllar içinde aldığı farklı şekiller. Küçük yaşlarda Oasis gibi bir gruba vurulmanın bir insanın hayatında yaşayabileceği en büyük zenginliklerden biri olduğuna inanıyorum. Ben de önce bir şarkıya vuruldum, sonra bir albüme. Devamında Liam’ın karizması ve Noel’in becerisi farklı bir etki bıraktı üzerimde. Akabinde röportajlarının hastası oldum. Oasis-Blur kavgasının detaylarını okumak eğlenceli geldi. Britpop tarihine inip oradan 1980’lere uzanmak hatta 1970’ler ve 1960’lara dalmak kaçınılmazdı. Zamanla İngiliz medyasını da siyasetini de tanıma şansım oldu, 1990’larda kıyıda köşede kalan müzisyenlere bakarken sanatın kapitalizmin nasıl merkezinde olduğunu kavrama şansı buldum.
Daha da ilginci, bu öğrenmeye eşlik eden süreçti. Basının fiziksel anlamda hâlâ yaşadığı, dergilerin veya CD’lerin izinin sürülebildiği günlerde Google, forumlar, hayran siteleri, Ekşi Sözlük ve benzeri mecralar sayesinde bambaşka yerlere ulaşma şansı vardı. O şansı kullandıktan sonra, ertesi sabah okula dönüp arkadaşlarımızla bütün bunları tartışırdık. Oyun da oynardık elbette, internette ve okulda geçirdiğimiz ergenlik günleri 1920’ler Viyana kahvehaneleri derinliğinde değildi. Yine de araştırdıklarımızı teneffüslerde, öğle yemeklerinde bazen tutkuyla, bazen hava atmak için bazen yarım yamalak da olsa paylaşmak o günlerin bir parçasıydı. Anlatırken, tartışırken anlıyorduk neyi öğrenip neyi öğrenmediğimizi. Kaç sabah Cem’den “Abi esas bu var” cümlesini duyduğumu sayamam mesela. Ya da Asaf’ın “Saçmalama” tepkileri ve Onur’un iğnelemeleri sayesinde defalarca kendi içimde sorgulamalara girmişimdir.
Liseden, üniversiteden mezun olmak, o sınıf ortamını kaybetmek hayatın bir parçası. Büyüyoruz, başka öncelikler devreye giriyor ve ilgi alanlarımızla kurduğumuz ilişkiler de gündelik kaygılar ve geçim dertleri arasında sönüp gidiyor. Yine de hayatın akışı içinde kendimize nefes alacak alanlar kuramaz mıyız? Biliyorum, akıllı telefonların bizden çaldığı dikkat eşiğimiz nedeniyle sevdiğimiz bir sanat eseriyle kurduğumuz bağ şimdilerde sadece tüketime dayanıyor. Şarkıların, filmlerin, dizilerin hatta yazıların tek bir başlıkta, ‘content’ olarak değerlendirildiği, sadece oyalayıcı işlevi üzerinden kabul gördüğü, çoğunlukla da akıllı telefonla geçirdiğimiz saatlere fonda eşlik ettiği bir dünya bu.
Yine de neyi kaybettiğimizi bilmeden ne için savaşmamız gerektiğini anlayamayız. Liseye dönmek, yeni bağlar ve temaslar kovalamak, interneti bir sınıf gibi kullanmak mümkün mü? Öfkeyi ödüllendiren sosyal medya tekellerinin bazen tersine gitmek, başka insanlara gerçekten ulaşmaya çalışmak; küçük gruplar, mail listeleri, farklı oluşumlarla internetin ilk dönemlerine dönmek ihtimal dahilinde mi? Veya fiziksel dünyaya daha fazla zaman ayırmak; kitap, film kulüpleriyle, atölyelerle, herhangi bir amaç olmadan, sadece ilgi alanlarımız üzerinden muhabbet edip tartışmak kulağa nasıl geliyor?
Oasis’in dönüşü aklıma bunları getirdi. Birkaç günlüğüne yeniden okul sıralarına dönmek, heyecanımı, tutkularımı, bilet sürecindeki hayal kırıklıklarımı arkadaşlarıma anlatmak, kafa ütülemek istedim. Sonra 2000’lerin altından çok sular aktığını hatırladım. Bu yüzden buraya yazıyorum. Bugün sınıf arkadaşlarım sizlersiniz. Biliyorum, lafı çok uzattım ama sadece anlatmak için burada olmadığımı bilin. Dinlemeye de hazırım. Bir teneffüs arasındayız. Derslere daha var. Bir şarkı açalım ve konuşmaya başlayalım.
Bu ara nostalji fikriyle epeyce haşır neşir olan biri olarak yazı o kadar iyi hissettirdi ki. O lise sıralarında neler yok ki. Platonik ilk aşklar, hiç bitmeyeceğini sandığımız dostluklar, eski yazlar, biraz daha büyümeye ve hayata atılmaya hazırladığımız ve ne olursa olsun geleceğe umutla baktığımız dönemler. Efes Pilsen'in final fourları, Efes-Ülker finalleri, Nash'li Shawn Marion'lı, Amare'li Suns'ın bir türlü NBA şampiyonu olamaması, Shaq-Kobe çekişmesi, Fanatik Basket, Slam dergisi, 6. adam ve Kaan Kural'in Vatan gazetesi köşesi :) Ne güzel ki o dönemlerden bu dönemlere Kaan Abi hala basketbolu sevdirmeye devam ediyor 🧡 Bu işin ticari boyutundan her ne kadar rahatsız da olsam, o konserde olma isteği o kadar ağır bastı ki 4 saatlik stresli bir bekleyiş sonrasında o pahalı biletlerden ben de bir tane aldım. Oasis'in dönüşü pek çok şey anlamına geliyor çünkü. Kaybettiğimiz ama hep derinden özlemeye devam ettiğimiz kişilerin, bir dönemin, bir hissin peşinden gitmek gibi. Ne de olsa çağ "özlüyorum o halde varım" çağı :) Kaleminize sağlık çok, sevgiler.
Yazı her zaman olduğu gibi harika,kaleminize sağlık.Merak ediyordum bilet alabildiniz mi acaba diye,çok mutlu oldum sizin adınıza şimdiden iyi eğlenceler.Benimde bahsettiğiniz yaşlar Linkin Park sevgisiyle geçmişti benzer hislerle.Onların da yeni bir solistle tur iddiaları var darısı başıma umarım :)